“Hak mücadelesi, direniş ve şiddetsizlik” paneli

Geçtiğimiz günlerde kurulan Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi çalışmalarına başladı. “Adaletsizliğe uğrayanların şiddetle mücadelesi” başlığıyla iki ayda bir seminer düzenlemeyi planlayan Merkez’in ilk etkinliği bu cumartesi (27 Eylül) Cezayir Toplantı Salonu’nda yapılacak.

“Hak Mücadelesi, Direniş ve Şiddetsizlik” başlığıyla düzenlenecek söyleşiye Ege Üniversitesi’nden Nilgün Toker Kılınç, Boğaziçi Üniversitesi’nden Zeynep Gambetti, Sabancı Üniversitesi’nden İlkim Karakuş ve KAMER’den Nebahat Akkoç konuşmacı olarak katılacak.

Seminerlerin çağrı ve çerçeve metni ise şöyle:
“Bir yandan dünyanın çeşitli yerlerinde savaş, iç savaş ve askeri müdahaleler tüm yoğunluğuyla devam ederken, diğer yandan yaşamlarını asgari standartlarda sürdürebilmek için canı pahasına çalışanlar, sokaklarda saldırıya uğrayan travestiler, gün be gün değişen kentler, yaratılan değerler hiyerarşisi ve bu değerlerin birer tahakküm aracı olarak kullanılması… Liste uzadıkça uzuyor.

“Johan Galtung, yaşanmakta olan bu şiddet döngüsünü üç farklı kategoride ele alıyor. Doğrudan şiddeti ¨başkasına kasten zarar verme¨ olarak tanımlarken ¨toplumsal adaletsizliklerin sonucu olarak insanlara zarar verilmesini¨ ise yapısal şiddet olarak tanımlıyor. Galtung bu iki şiddet kategorisini, neden sonuç ilişkisi içinde birbiriyle doğrudan bağlantılandırmamakla birlikte her ikisiyle de doğrudan bağlantılı başka bir şiddet kategorisine dikkat çekiyor; kültürel şiddet. Kültürün oluşmasının araçları olarak kullanılan dil, ulusal marşlar, söylenceler, şarkılar, değer yargıları, öyküler, din, gelenekler vb. yoluyla doğrudan ve yapısal şiddeti meşru gösteren, kabul edilebilir kılan mekanizmanın kendisi kültürel şiddet.

“Şiddet, kategorize edelim ya da etmeyelim, kitle iletişim araçları ve sosyal medya aracılıyla günlük yaşamımızı giderek daha fazla biçimleyen temel dinamiklerden biri haline geldi. Şiddetsiz biçimde çözülen çatışkılar ya da çözüm süreçlerinde kullanılan şiddetsiz yöntemler kitle iletişim araçlarında hiçbir biçimde yer almazken, herhangi bir eylemde molotof kokteyli kullanılması günün ilk haberi olarak duyurulabiliyor ve insanların devamında eylemin tüm karakterini bu veri üzerinden kurgulamaya başladıklarına tanık olabiliyoruz. Doğrudan, yapısal ya da kültürel veya doğrudan ve yapısal ve kültürel, şiddet her biçimde satıyor. Şiddet, sorunlarla baş etmenin temel biçimi olarak sunulan ve tüketilen bir olgu.

“Bu nedenle de travestilerin yaşam hakkı için eylemleri, vicdani ret eylemleri, emek mücadelesi, çevre hakkı, engelli hakları, insan hakları gibi alanlardaki şiddetsiz mücadele biçimleri ve şiddetsiz biçimde çözümlenmiş çatışkılar toplumu etkileyen / toplumla etkileşen ciddi bir dinamik haline gelmedikçe ya da eylem biçimleri (bir tüketim nesnesi olarak) sansasyonel olmadıkça ancak ilgilileri tarafından görülebilen ve izlenebilen hareketler olarak kalıyor.

“Hal böyle iken başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair bir umudu taşımak ne kadar gerçekçi?

“Bu seminerleri, tam da bu soruya yanıt aramak ama aynı zamanda adaletsizliğe uğrayanların şiddetsiz mücadele deneyimlerini, yani var olan umut potansiyelini ortaya koyabilmek amacıyla düzenliyoruz. Gündelik hayatlarımızda her an karşı karşıya kaldığımız toplumsal adaletsizlik örneklerini bir yapısal şiddet biçimi olarak ele almayı ve aynı zamanda hem toplumsal adaletsizliğin görünmez kılınmasının aracı ve hem de bir şiddet biçimi olarak kültürel şiddet olgusunu irdelemeyi amaçlıyoruz. Doğrudan şiddeti ve şiddetsiz mücadele biçimlerini, yapısal ve kültürel şiddeti bağlamında ve bunların birer sonucu olarak değerlendirmeyi amaçlıyoruz.

“İki ayda bir yapmayı programladığımız seminerler hak mücadelesi/direniş ve temel gelir mücadelesi/borçlanma, kentsel dönüşüm/bellek, ayrımcılık/ötekileştirme ve sembollerin yarattığı şiddet üzerine olacak. Etkinliklerimizde her bir konu başlığına ilişkin akademik çalışmalar ve/veya araştırmalara ilişkin sunumlar yer alacağı gibi bu alanlarda devam etmekte olan mücadele pratiklerini dinleme ve değerlendirme olanağına da sahip olacağız. Seminer konulardaki teorik ve pratik çalışmaları bir araya getirmekteki amacımız, meselelere kapsayıcı bir perspektiften bakabilmek ve bundan sonra birlikte çalışmanın olanaklarını araştırmak.

“Siz de daha iyi bir dünya yaratmak hala mümkün ve ben de bunun bir parçası olmak istiyorum diyorsanız seminerlerimizde görüşmek üzere!”

Bir dönmenin varlığı, iki dönmenin gullümü var

Üniversite sınavını kazanıp İzmir’e geldiğimde bir boşluk içine düşüp alışma sürecine başlamıştım. Yurtta kalıyordum, hepimiz şehir dışından gelmişiz. Herkesin ağzında Alsancak lafı dolaşıyordu. Nasıl bir yer bu Alsancak, merak edip yola koyuldum. Alsancak Gar’ın orda inip bir ara sokaktan yürümeye başladım. Sokağa girmemle şaşkınlığım bir oldu. Sokak boyunca her yer trans doluydu. “Ay ne oluyor?” dedim kendime ve aniden bir heyecan bastı ama çok mutluydum. Sonra konuşmaya başladım içimden, “İzmir ne kadar güzelmiş, rahat bir yer… İyi ki gelmişim…” dememle boğazım düğümlenip Kıbrıs Şehitlği’ne girmemle transfobinin kokusu geldi burnuma… Öğrendim ki o sokak meşhur Bornova Sokağı’ymış…

Sürekli Bornova Sokağı’ndan geçmek, oradaki arkadaşlarımı tanımak istiyordum. Azıcık reklam yapayım. Serpil ablanın kuaförüne gittim ve içerde oturmaya başladım. Gözlerim etrafı inceliyordu merakla… Sadece bir arkadaş vardı ve akşam için hazırlık yapıyordu. Ortam çok sakin ve sessizdi. Sadece üçümüz ara ara bakışıyorduk gülümseyerek… Kuaföre girenler beni gördüklerinde şaşırıyordu çünkü laçovari halimi görüyorlardı. Sonra ortamda birden sesli gülmeler, laf atmalar başladı birbirlerine. Aslında küçük bir aile yuvasıydı. Herkes birbirine kardeşim, ablam, annem diye sesleniyordu. Gece yaşadıklarını anlatıp, dikkatli olmaları konusunda sürekli uyarıyorlardı birbirlerini… Her hafta gitmeye başladım. Sohbet ve kahkahalarla geçiyordu dakikalar…

Okul çıkışında tekrardan kuaföre gittim. Beyza’yla tanıştım ve konuşmaya başladık.

Beyza: Sana bir şey sorabilir miyim?
Ben: Evet, sorabilirsin.
Beyza: Sende mi kız olacaksın?

Bunu duyar duymaz herkes kahkahalar atmaya başladı.

Beyza: Biliyor musun, bende senin gibi başladım travesti olmaya…
Ben: Nasıl yani, anlamadım.
Beyza: Bende ağdayla başladım ve şimdi sokak kadınıyım.

Derken gülüşmeler devam etti. Beyza sürekli takılırdı benimle, çokta öğüdü olmuştur. Beni yeni tanımasına ve Bornova Sokağı’na yeni gelmiş olmasına rağmen. Buradan çok öpüyorum Beyza’mı…

Açıkçası, kuaföre her gittiğimde yeni bir şey duyuyordum ve görüyordum. Bazen “oha bu kadar olur” cinsinden olaylara şahit oldum. İster kuaför olsun, ister okul ya da sokak, neresi olursa olsun bir dönme varlığını gösterip herkes sus pus oluyorken, iki dönme olunca farkına varmadan gullüm çıkıyor ortaya ve sus pus olanlardan bazıları gidiyor, bazıları gullüme katılıyor.

Gullümün ne demek olduğunu tahmin etmek zor değil. Çalışmak için akşamüstü hazırlanmaya başlayıp gece sokaklarda polisin şiddetiyle, mafyanın görünmez gölgesinde, sokaktan geçen insanların laf atıp gülüp geçmesiyle, müşterinin nasıl biri olduğunu bilmediğimiz halde her türlü şiddete göğüs geriyoruz aslında. Sonra neden translar bu kadar lay lay lom? Neden örgütlenmiyorlar? Ne yapsın, sürekli dert mi edinsin? Zaten dünyaya meydan okuyor. Bir de kafaya iyice takıp deli dediğiniz transları tımarhaneye mi kapatalım?

Örgütlenme meselesine gelince, “translar mücadele etmiyor, işin kolayına kaçıyor” deyip duruyorlar. Ama hiç sormazlar “nasılsın, iyi misin?” sorusunu bir kere bile. Ancak, yanından korkarak geçip kafasını başka yöne çevirerek geçip görmezden gelirler. Sonra neden neden neden sorularını sorarlar. Hepsine şahit oldum ve bir kısmını da yaşadım bunların. İnsansoyu işte, aynayı kendine çevirip “ben neden böyle davranıyorum?” diye sormaz kendine asla.